23 Temmuz, 2012

Mutlu..Mutsuz... hep böyle mi gider?

Hayat neden zorlaşır bazen, hele de her şey gayet güzel gidiyor diye mutluyken? Bu mutluluk mudur, bizi bir şeylerin aslında ters gitmesi gerektiği inancına sürükleyen? Neden böyle bir yargıya varırsın ki? Madem mutlusun, düşünme ve tadını çıkar işte! 
Sanıyorum insanlar normalde olduklarından daha fazla mutlu olduklarını hissettikleri anlarda, bu mutluluk onları bir yerde biteceği, böyle sürmeyeceği ya da bıraksalar sürecekse bile "hayat bu, hep mutlu olamaz insan, bunun mutlaka bir karşılığı/mutsuzluğu da olacağı" mantığıyla korkuya kapılırlar. Bu yüzden hep korkarız çok güldüğümüz anlarda, "bir şeyler ters gidecek" diye.
Belki de mutluyken aslında görmezden geldiğimiz gerçekleri kaçabildiğimiz ölçüdedir mutluluğumuz. Ama o gerçeklerden hep kaçılmaz, bir an gelir yüzleşmek gerekir. Derken, ortada hiçbir şey olmadığını düşündüğün bir anda ortalık karışıverir ve içinden çıkılmaz bir hal alıverir. Noldu da böyle oldu, anlayamazsın. Birden sonu hissedersin. Orada bir şeyler bitiverir. Mutlaka yenileri başlayacaktır, ama mutluluklarına rağmen, içinden çıkamadıkların yüzünden bir çeşit "son"dur o mutlu oldukların için. Bir sonraki mutlulukları beklemeye gelir sıra. Ne zaman olacakları bilinmez. Uzun bir iç çekersin. Derin bir iç çekiş gibidir bir sonrakini bekleyişin...

10 Temmuz, 2012

Yalnızlık…

Şu günlerde bazılarının derdi: yalnızlık! Giderek artan dünya nüfusuna, toplu yaşamalara, büyük şehirleşmelere, gelişen teknolojiyle iletişim araçlarına, birçok sosyal olanaklara rağmen kimilerinin yalnızlıktan yakınmaları düşündürücü bir çelişki değil mi? Şımarıkça bulduğum karakterlerinden ötürü çok beğendiğimi söyleyemeyeceğim Yalnızlar Kulübü’nün, düşündürücü bulduğum bir cümlesi vardı:“Bu kadar yalnız varken, neden herkes bu kadar yalnız?” diye soruyordu yalnızlığından yakınan karakter. Ben de artık bunun üzerine düşünür oldum.

Bunu düşünmek için şüphesiz ki yalnızlığı bir miktar da olsa yaşamanız ya da en azından hissetmeniz gerekir. Hatta belki de dışlanmak lazımdır toplumdan, ya da kendi kendinizi dışlamanız… Bunu da isteyerek yaparsınız bir yerde. Yapılan muhabbetler, arkadaşlıklar vs samimiyetsiz gelir, kendinizi ait hissetmediğiniz bir ortamda olduğunuzu düşünürsünüz, nezaketen ya da mecburiyetten oradasınızdır ve herkesin aslında sahte olduğunu düşünürken, bir de siz sahte bir gülücük yerleştirirsiniz yüzünüze. Bir an önce eve, korunaklı hayatınıza dönmek istersiniz. Korunaklıdır, çünkü samimidir, size aittir… İç sesiniz yeter o anda ihtiyaç duyup diğerleriyle paylaşamadıklarınızı tartışmaya… Sokaktan geçen bir kediye ya da köpeğe selam verirsiniz. Ona duyduğunuz ve ondan aldığınız duygu bile daha samimidir sizin için kendi türünüzden olanlardan. 

Hiç fark ettiniz mi, günümüz insanı belki de en çok yalnızlıktan korkar oldu? Bunu yalnızlıktan yakınanlar için söylemiyorum, onlar zaten korkanlar değil, bu yolu kendi seçenler yani bir yerde cesur davrananlar. Ama diğerleri… Bir de yalnızlıktan öyle çok korkan kalabalık bir oran var ki… Bunlar, sosyallikten beslenirler. Çünkü tek başınayken güçsüz ve zayıf hissederler kendilerini. Çünkü birey değildirler. Bir topluluğa ait olma ihtiyacı hissederler. Bu yüzdendir insanlar arası gruplaşmaların başlamasının nedeni. Bu gruplaşma öyle pis bir şeydir ki, insanların içine işler. Oluşturdukları gruplarının bile içinde gruplar oluştururlar. Arkadaşlık değildir onlarınki. Çünkü arkadaş, kelime anlamı olarak bile ‘arkanı kollayan’ demek ise eğer, bu insanların tüm zevklerinin ve varoluş sebeplerinin bulundukları ortamda var olmayan insanlar hakkında –ki dediğim gibi bu kişilerin gruptan ya da gruptan olmayan olması hiç fark etmez- atıp tutmak; onlara bir şekilde zarar vermek olduğunu düşünürsek, bu durum arkadaşlık adıyla maskelenmiş kirli bir ilişkidir. Herkes de bilir arkasının kollanmayacağını. Güven yoktur bu kişiler arasında. Arkadan söyleyebildiğin kötü sözler ve gülebildiğin yüzler kadar güçlüsündür, sevilirsin! Sevilmek mi demeyin, en çok elinde böyle kozları olanlar sevilir! Ama bu insanların sevgisi de sevgi değildir ki, o yüzden yalnızlığı tüm bunlara tercih edenler önemsemez o sevgiyi, onlar sevgiyi daha başka şeylerde ararlar. Onlar için katıksız bir duygudur sevgi, sadece güzelliklere duyulan… Diğerleri için gerçek hiçbir şey olmadığı gibi sevgi de yoktur zaten. Sevgileri de arkadaşlıkları gibi samimiyetsiz ve mecburidir. Bu yüzden hiç mutlu olamazlar. Zevk aldıkları şeyler vardır, genellikle aynı şeyleri yapmayı, aynı yerlere gitmeyi ve saatlerce vakit öldürmeyi severler. Kendileri gibi olmayanları eleştirme, aşağılama, görmezden gelme vs hakkını kendilerinde görürler. Çünkü aslında hiçbir şey bilmemelerine rağmen, insani hiçbir duygu barındırmamalarına rağmen bünyelerinde, kendilerini herkesten üstün gören bir egoya sahiptirler. Karşılarına mütevazi biri çıktığında şişirilmiş egoları o kişiyi mütevazi olduğu için ezer, ya da kim bilir belki de hak etmedikleri mütevazilik karşısında asıl ezilenler onlardır…

Peki ya hep mi böyleydi bu insanoğlu? Hep mi birileri sürüyü reddetti ya da sürüye katıldı tarih boyu? Bazılarının asırlar boyu kendini “kara koyun” hissettiği için yalnızlığı tercih ettiği ortadadır, fakat günümüz dünyası insanları; günden güne bencilleştiren, bireyselleştiren, her zaman; en önce ve hep “ben” fikrini onlara empoze eden bir sistemden nasibini almaktadır. Artık ortak çıkarlar değil, birey çıkarları gözetilmektedir. Bu yüzdendir insanların birbirine olan sevgisizliği. İlişkiler, bireysel çıkarlar üzerinedir. Bireysel çıkarlar her iki taraf için de karşılıklı olarak kesiştiği taktirde yürür ilişkiler, kesişmiyorsa selamlaşmaya bile değmez! Bu yüzden ya bu sistemin içinde olup ilişkiler anlattığım gibi götürülür –ki burada insani bazı özelliklerimizi sisteme feda edeceğimiz çok açıktır.- ya da zor olan kısmı sistemin dışında kalmayı tercih eden cesur azınlıktan olunur ve sistemin dışında kalan diğer azınlıklarla kesişme umuduyla ve kesiştiklerinle de samimi bir hayat yaşarsın.